Kastamonu, tarih boyunca işgal edilmemiş bir şehir olmasına rağmen, Millî Mücadele yıllarında önemli bir geçit merkezi haline gelmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs 1919'da Samsun’a çıkmasıyla başlayan Millî Mücadele sırasında İstanbul’un işgal altında olması, cephane sevkiyatı için yeni güzergâhların bulunmasını zorunlu kılmıştır. Bu doğrultuda, daha sonra İstiklâl Yolu, Devrim Yolu ve Atatürk Yolu olarak bilinen İnebolu-Kastamonu-Çankırı-Ankara hattı, önemli bir ulaşım yolu olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Kastamonu, bu süreçte tüm yöneticileri, halkı ve din adamlarıyla Mustafa Kemal Atatürk’ün yanında yer almış ve hem erkekler hem de kadınlar cephe gerisinde büyük bir mücadele vermiştir. Kastamonu'nun erkekleri cepheye gönderilirken, kadınlar cephane taşımak gibi önemli görevleri üstlenmişlerdir. Soğuk hava ve zorlu koşullara rağmen, vatan sevgisiyle görevlerine devam eden Kastamonulu kadınlar, Millî Mücadele'ye önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Aynı zamanda, Kastamonu kadınları cemiyetlerde de etkin rol almışlardır. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin kadınlar şubesini kurmuşlar ve burada verdikleri mücadeleyle, Türk kadınının tarihteki önemli ilk adımlarından birini atmışlardır. 10 Aralık 1919'da, Kastamonu’da köylü ve kentli yaklaşık üç bin kadının katılımıyla Kız Öğretmen Okulu bahçesinde bir miting düzenlenmiştir. Bu miting, Türk kadınının Millî Mücadele’deki gücünü ve kararlılığını simgeleyen önemli bir olaydır.
Vatanı işgal altında olan, yapılan zulümlere boyun eğmeyip, direnen Anadolu Kadını, 105 yıl önce bugün direnmeye başlamıştır.
10 Aralık 1919’da Kastamonu’da gerçekleştirilen İlk Türk Kadın Mitingi’nde Tertip Heyeti Başkanı Zekiye Hanım’ın Konuşması;
“Kardeşler, hemşireler!
Daha bir sene evvel kırmızı rengi ile başımızda dalgalanan ulu sancağımız, görüyorsunuz ki siyahlara, matemlere büründü. Muharebe meydanlarında vatan ve din uğrunda binlerce evlâdımızı gömdükten sonra; haktan, adaletten bahseden Avrupalıların, bir seneden beri, yenildik diye başımıza açmadıkları felâket kalmadı.
Haktan en çok bahsedenler, haksızlığın en büyüğünü yaptılar. Daha dün bizim gibi refah ve saadeti; evi, barkı olan İzmir’deki dindaşlarımız, beyaz saçlı kadınlarımız, kundaktaki yavrularımız Yunanlıların süngüsünden geçti. Her tarafı yüksek minarelerinden beş vakitte ism-i celâlullah bağırdan Adanamız, Antalyamız ve en nihayet güzel Ayıntab, Maraş, Urfamız elimizden alınmak isteniyor.
Hanımlar!
Büyük felâketlerimiz önünde evlâtlarımızın, kardeşlerimizin kanıyla suladığımız yurtlarımızın işgaline, kardeşlerimizin felâketine susacak mıyız?
Hayır hanımefendiler! Mağlubuz, silâhımız yok, fakat göğsümüzde imanımız, bütün dünyayı halkeden Allahımız var.
İşte biz de imanımıza ve Allahımıza istinaden haksızlara haksızlıklarını yüzlerine vurur ve cihan huzurunda ilân ettikleri adaleti taleb ederiz.
Hanımlar!
Biz, dünyayı kanlara boğan, insanları tavuklar gibi boğazlayan erkeklere müracaat edecek değiliz.
Bizim gibi şefkatle, merhametle düşündüklerine şüphe etmediğimiz İtilâf devletlerinin büyük kadınlarına müracaat edecek ve birer telgrafla, bize yapılan haksızlıkları yazacak ve anlatacağız. Eğer onlar da hakkımızı teslim etmezlerse, evlâtlarımızın kanlarına kendi kanımızı karıştırarak erkeklerimizle bir safta, dinimiz ve istiklâlimiz için ölecek; haksızlara, zalimlere tarihin lanetlerini terk ederek şehâmetle öleceğiz.”